Kim Ev Sahibi Kim Misafir?
Bir evde basit bir ayıp veya hatayı ev sahibi işlerse o ayıp veya hata sizi olduğundan daha az rahatsız ederken, aynı ayıp veya hatayı misafir işlediğinde o ayıp veya hata sizi olduğundan çok daha fazla rahatsız eder. Bu da doğaldır. Misafir hata yaptığı an hemen mahçup olur ve kendini açıklama ihtiyacı duyar. Aynı durum ev sahibi için geçerli değildir. O zaten ev sahibidir ve kendini açıklama ihtiyacı hissetmez. Misafir de, yine işin doğası gereği, bu durumu içinden bile olsa çok sorgulayamaz.
Türkiye’de hala kimin ev sahibi kimin misafir olduğunu sorunların ele alınış biçimlerinden, kimlerde mahçubiyetten oluştuğundan ve kimlerin kendini açıklama gereği hissettiğinden rahatlıkla görebilirsiniz. En azından algılar noktasında bu tamamen böyle.
Son örneğini Erol Mütercimler’in çirkin ifadelerinde gördük. Mütercimler çok kaba ve doğrudan ifade ettiği için gündemimize girdi ama Mütercimler’in ifadelerinin daha soft versiyonlarını TV’lerde, gazetelerde ve sosyal mecralarda her gün görüyoruz. Fabrika ayarlarımızdaki arızalardan dolayı bizi olması gerektiği kadar rahatsız etmiyor sadece.
Somutlaştırarak gidelim. Kadına şiddet, terör ve çocuk istismarı meseleleri dünyanın ve insanlığın tümünü ilgilendiren ve asla belli bir grup üzerinden kategorize edilemeyecek kadar genel sorunlar. Her türden insan bu insanlık dışı suçları işliyor. Ancak sadece dini istismar eden veya müslüman görünümlü biri bu suçlardan birini işlediyse sorun sosyolojik bir okumaya tabi tutuluyor. Bir anda, sorunu konuşmaktan çıkıp kendimizi müslümanların yaşam tarzlarını ve pratiklerini sorgularken buluyoruz. Bunda küresel egemen kültürün bize dayattığı bakış açısı kadar aldığımız eğitimin ve onlarca yıl filmler ve tiyatrolar üzerinden işlenen karakterlerin de payı büyük.
Erken evlilikleri tartışıyoruz; birçok kadın derneği, “yaşlı ve zengin bir ‘sözde’ hacı amca ile okumak isteyen ama babasının zoruyla evlendirilen genç bir kızın” kısa filmiyle karşımıza çıkıyor. Erken evlilik mağdurlarının sorunu bambaşka olduğu halde…
Terörü konuşuyoruz; DEAŞ, İslamcı terör olarak çok rahat sıfatlandırılıp mensupları -olması gerektiği gibi- zombi gibi sunulurken, PKK’dan bahsederken ideolojisine dair bir kategorizasyon söz konusu olmadığı gibi, mensupları çiçek böcek hassasiyeti olan gerillalar olarak sunuluyor.
Kadın cinayetlerini ve çocuk istismarını lanetliyoruz; suçu işleyen dini istismar eden, yalancı bir piyon olunca, “tarikat ve cemaatlerin mevcut durum ve geleceği” saatlerce tartışılıp masaya yatırılıyor, hatta “Ama sonuca bakın, o imam hatipten mezun olanlar bakın karşımıza ne olarak çıkıyor, sahtekar, cinsi sapık, ahlaksız” denilebiliyor, ama Pınar Gültekin olayında olduğu gibi katil görece daha seküler olduğunda, konuyu bireysel bir suç olarak ele alıyoruz. Bu adamın sosyal medyasında hangi ideolojik paylaşımları yaptığını, sekülerlerin mevcut durumunu, arızalarını ve gelecekte nereye evrileceklerini konuşmuyoruz. Doğrusunu yapıyoruz ancak aynı doğruyu diğer durumda maalesef gözardı ediyoruz.
HDP Milletvekili Tuma Çelik’in bir kadının hayatını karartmasında benzer durumu yaşamadık mı?
T24, Sözcü Gazetesi, Cumhuriyet Gazetesi, Halk TV, SOL Haber, bir kadına alçakça tecavüz edildiği halde hadiseyi “bir kadının suç duyurusu üzerine HDP’li milletvekili Tuma Çelik Partisi zarar görmesin diye istifa etti” şeklinde haberleştirmişti. Ancak Fatih Nurullah diye bir sahtekarın işlediği iğrenç suçu haberleştirirken cemaat ve tarikat vurgusu büyük puntolarla öne çıkarıldı ve tıpkı Erol Mütercimler’in yaptığı gibi bu milletin manevi değerlerine olan tüm öfkelerini kustular.
Aynı durum askeri darbeleri ele alırken bile geçerli maalesef. FETÖ Terör Örgütü hain bir darbe girişiminde bulundu ve FETÖ’ye dair her sorgulamayı yaptığımız gibi her türlü yüzleşmeyi de gerçekleştirdik. Kökenlerine indik, birçok kitap yazıldı, çizildi. Bir daha böyle bir örgütle karşı karşıya kalmamak için ciddi özeleştiriler yapıldı. Evet, bu toplumun tüm fertlerini ilgilendiren milli bir görevdi ama bu ülke darbeyi FETÖ’den önce de defalarca görüp tecrübe etti. FETÖ bir vesayet organıydı, kökü dışarda olan ve Türkiye’deki antidemokratik ve ötekileştirici devlet politikalarını fırsat bilerek siyaseti ve vatandaşı istismar edip büyümüş alçak bir terör örgütüydü. Ancak bir cenah bize meseleyi cemaatler, tarikatlar ve İslam dini üzerinden tartışmamız için ciddi bir dayatmada bulundu, bulunmaya devam ediyor. Biz “FETÖ’yü doğuran ve bu ülkedeki samimi Atatürkçüleri de istismar eden darbeci Kemalist gelenekle yüzleşelim, birçok darbe bu ideolojik saikle yapıldı” yapıldı dediğimizde, ciddi bir tazyik anında devreye giriyor.
Birileri hala kendilerini ev sahibi görüyor. Kadın cinayeti, çocuk istismarı, askeri darbe kendi mahalle mensuplarından gelince herhangi bir yüzleşme veya meseleyi sosyolojik bir okuma üzerinden ele alma ihtiyacı hissetmiyorlar, açıklama da yapmıyorlar. Özgüveni yerinde bir ev sahibi olarak bir iki lafla geçiştiriyorlar. En ufak mahçubiyetleri olmuyor. 28 Şubat ile, FETÖ’yle tuttukları işle yüzleşmeyip demokrasi havarisi kesilebilmelerinin altındaki sebep bu. Tuma Çelik’e dair iki satır yazı yazıp konuyu kapatabilmelerinin nedeni bu.
Geçtiğimiz aylarda İletişim yayınlarından çıkan, ODTÜ’den mezun bir sosyoloğun yazdığı bir kitabı okumuştum. Kitap muhafazakarların günlük rutinlerini, tüketim alışkanlıklarını ve hayata bakış açılarını ele alıyordu. Toplumun ekseriyeti oluşturan bu sosyolojiyi merak etmiş yazar. Deneklerle konuşmak, onları anlamak için epey gayret sarfetmiş. Görüşmelerini de ağırlıklı Ankara’nın Çukurambar Mahallesi’nden seçmiş. Oryantalist bir eda ile yazılmış kitapta birçok komik tahlil bulmak mümkün. Kitabın yazarını aradım, tanışmak istediğimi söyledim, buluştuk. Kendisine bazı eleştirilerimi yönelttikten sonra bir soru sordum ve “Muhafazakarları, cemaat ve tarikatleri böyle inceleyen çok kitap var. Seküler mahallelerde bu tarz inceleme olmuş mu, siz sosyologsunuz daha iyi bilirsiniz” dedim.
Cevabı şu oldu:
“Söz konusu bile değil. Onlar bu konuda katı, hoşlanmazlar da…”
Mekanın sahibine anket yapmak misafire olduğu kadar kolay olmasa gerek…
Neyseki Türkiye daha egemen olma yolunda ilerledikçe, devlet ve millet el ele verdikçe ve toplumsal dinamikler demokratik süreçlerin içinde kendi hakettiği yerini daha da buldukça, 83 milyon ev sahibi hissedecek, bu garabetleri bir daha yaşamayacağız.